22 Ekim 2011 Cumartesi

Olay tamamlanmak ya da bütünleşmek değil, rahatlamak. Hatta erkek açısından bakılırsa hakimiyet. Hatta ve hatta aslında seks bir yaralamadır. Öldürme isteğinin imitasyonudur. Bıçak yerine yarak kullanılır.

O yüzden güvenilir kişiler tarafından yaralanmak istersiniz. Çünkü şöyle bir bakılırsa, aslında o esnada hiçbir can güvenliğiniz yoktur sevgili bayanlar.


20 Ekim 2011 Perşembe

birileri var [1. bölüm]

köpeğim havlamaya başlamıştı. o sadece benim haricimde yabancı bir canlı gördüğünde havlar. bense zaten uyuyamıyordum. tüm gün adrenalinimi patlatmaya hazır bir tedirginlikle dolaşmıştım etrafta. çünkü geçen hafta hiç var olmayan paranın üzerinden oynamıştım kumarı ve kaybettiğimde o var olmayan para, borca dönüşmüştü. en geç bir hafta içinde var olmak zorundaydı. sürekli boncuklu tabancaları dolduran şeytanın cebimi doldurma ihtimalinden umutlanarak elimi cebime attım. hayır, hala var olmamıştı o para. uykusuzlukla karışmış, yoğun bir uyuma isteğinin göz kapaklarımın üstünde zıpladığını hissettim. bir hafta boyunca "her an gelebilirler" düşüncesiyle kapıldığım paranoyalar ve varlığımı korumak adına güçlendirdiğim dikkatim beni yormuştu. yatağımdayım. uyumak istiyorum. tavanı gözlerimle bulanıklaştırıp netleştirerek oynayabileceğim en sıkıcı oyunu oynuyorum kendi kendime. köpek daha güçlü havlamaya başlıyor. bağlı olduğu zincirin iki saniyede bir zemine çarpması beynimde yankılanıyor. bugün son gündü. parayı ödemedim. bugün son gündü! bugün borcum için verilen müddetin son günü müydü, benim mi? bu gece ölüyor muyum? alışkanlığım kendi sonumu mu getirecekti yani? penceremden vuran loş ışığa dokunmaya çalışıyorum. ışığı tutup çekmek istiyorum. bu yayılan ışığı ellerimle sıkıştırıp karşımdakileri kör edecek bir silah yapmak istiyorum. tanrı olmak istiyorum. şu an bulunduğum konumdan daha üstün bir şeye dönüşmek istiyorum. en azından bu gece ölümsüz olmak istiyorum. hatalarımın silinmesini istiyorum. metafiziksel bir şeyler arıyorum. yok! yok! yok! beynimi, düşüncelerimle birlikte dağılmak üzere olan bu kafatasından kaçırıp, fiziksel güç açısından mucizevi üstünlüğü olan bir bedene yerleştirmek istiyorum. yetersizliğin kokusu burnumu kanatıyor.

birkaç ayak sesi duymaya başlıyorum şimdi. olamaz! ellerim ve ayaklarım buz kesildi. kriz geçirmeden önce olur bu genelde. titremeye başlıyorum. varlığım sözkonusu ve ne olacağını bilmiyorum. tüm endişelerim, korkularım, şüphelerim, nefretim sıkıştırılmış bir kaya yığını gibi çöktü ciğerimin ortasına. ayak sesleri yaklaşıyor. ve bu kaya yığını damarlarımı çatlatan bir öfkeye dönüşmeye başladı. hayatta kalmak için atılan son yumruk, tanrının elinden çıkmadır. hayatta kalmak için yapılan son koşu, rüzgarların diz çöküşüdür. hayatta kalmak için verilen son mücadele, izleyenlerin ayakta alkışlayacağı en müthiş sahnedir. izliyor musun tanrım? yatağımdan fırlıyorum. her sorunumda bana ortak olan halı desenleriyle bakışamayacak kadar tedirgin ve çalkantı içindeyim. bu loş ışıklı, müstakil evin koridorunda hızlı adımlarla yürüyorum. içinde özel eşyalarımın bulunduğu ve genelde kilitli olan odanın kapısını hışımla açıyorum. içerisi çok dağınık. nerde!? silahım nerde!? okey taşlarını karıştırırcasına yokluyorum odanın her tarafını. gözlerim kararıyor. nokta nokta olan o yeşil şeylerden görüyoum. reflekslerim, odaklarım... her şey son seviyede. köpeğim acıklı bir şekilde uluyor. zar zor duyuyorum. ses kesiliyor sonra. tıkırtılar duymaya başlarken ben de yavaş adımlarla, derin nefeslerle ve bir elimle duvarlara dokuna dokuna ilerliyorum. kalbim parçalanmak istercesine çalınan bateriye dönüştü. nerde?! nerde!? tamamen unutmuşum! yatağın altına koymuştum. evet. hiç olmadığım kadar hızlı koşup yatağı tuttuğum gibi fırlatıyorum, yatağın pencereye girmesiyle cam patlıyor. şırıl şırıl akıyor cam kırıntıları. silahımı alıyorum. normalde iki kişiyle zar zor kaldırılabilen bu yatağa takla attırmıştım. hayır, buna şaşıracak vaktim yok. garip bir ses daha duyuyorum. tanrısal bir ölümsüzlük hissi kaplıyor beni. güçlendikçe güçleniyorum. ani bir evrimleşme süreci başlıyor, daha fazla nefes.


patlayan camdan kafamı çıkarıyorum. köpeğim yerde ayaklarını oynatmak için çabalıyor. kanı parlıyor ay ışığında. yok olmak üzere. benim kadar tedirgin değil. köpeğim. yok oluyorsun. sende amaçsız insanların uyuyuşunu görüyorum. köpeğim. yok olmak üzeresin. o kadar iyi değildi burası. aferin oğlum. güzel yok oluş.

...

18 Ekim 2011 Salı

kaydedilmiş iç ses [2]

olay tamamlanmak ya da bütünleşmek falan değil; rahatlamak.

sigaranın ciğerlerden vücuda yaydığı, yiyeceklerin mideyi doldurmasındaki, yastığın soğuk tarafındaki rahatlık gibi. marka farketmez. bahçesi, fabrikası, kumaşı farketmez. istenilen sadece rahatlık. ve bu yüzden insanlar bu rahatlamaya eriştiklerinde, rahatlamanın belirsiz bir süreç sonra bitecek olmasına aldırmazlar. bu ihtimali hızlı ve yüzeysel bir şekilde, kendilerini rahatsız etmeyecek şekilde geçirir akıllarından. ve bu yüzden en küçük bir sorunda bile bu rahatlamanın sona ereceği ihtimalinden korkarlar, endişeye kapılırlar. bazıları daha konforlusunu gördüklerinde, elindeki rahatlığı bırakır ve diğerini hedef alır. kendisi farkında olmasa bile, hedefine varış süreci onu dozaj dozaj rahatlatır. bazıları çabuk tüketir rahatlıklarını ve yeni rahatlamalara koyulurlar. bazıları alıştığı rahatlıktan başka bir şey istemez. kimiyse yoksunluk içinde en çirkinine bile razı ve seçiciliğini kaybetmiş haldedir. insanlar diğer maddeler gibi sadece rahatlama aracı ama "temel rahatlama aracı". işte ayrıştığımız nokta burada. kim ne kadar rahatlamak istiyor?

zaman karmaşası ve belirsizlik

şimdiki zamanda pek de hatırlanmaz geçmiş. hücrelerin gelişiminde, yara izlerinde, davranışlarda, şüphelerde, korkularda ve daha pek çok şeyde bizimle gelir ama genel olarak hatırlanmaz. belki de bu yüzden hatırlanmaya ihtiyaç duyulmaz. şimdiki zaman, sürekli yeni bir geçmiş yarattığı için gelecek zaman daha cazip gelir. ama gelecek bir ütopyadır aslında. gelecek zaman bilinmezliğiyle bir tanrı gibi ve tahmin edilmeye çalışılmasıyla şimdiki zamanın peygamberi. tam olarak şu an yaşadığımız şey gelecek mi yoksa şimdiki zamanın vajinasından taze fışkıran geçmiş mi? yanılıyoruz. gelecek yok. kontrol bizde değil. ama bu yanılsamayı örtecek benlikler yerleştirilmiş içimize. hayatta kalma güdüsüyle zincire vurulmuş bir dünya hapishanesindeyiz. ve birbirimize karşı her şeyiz. düşman, dost, sevgili, yardımcı, patron... zaman içinde yer değiştirebilen ve kaybolabilen konumlardayız birbirimize karşı. ve şaka gibi. hala kontrolün bizde olduğunu sanıyoruz. hala...

amaçsızlık

36lık tek kırma tüfeği bırakıp, 12lik profesyonel yarı otomatik tüfeği aldım elime. uzun bir dağ yürüyüşünden sonra ovaya ulaştım. ve atış alanımdı burası benim. yerde sürü halinde duran kuşlar ilgimi çekmiyordu. antrenman yapmak için ordaydım ve uçan kuşu hedef alıp tüfeği patlattığımda, kuşun kanadının kapanışını, uçak gibi yere çakılışını izlemek hoşuma gidiyordu. çünkü yok eden bendim. kendimi geliştirmek adına vurduğum kuşları belli bir yere topladıktan sonra, keklik avlamak için o bölgeden uzaklaştım. gökyüzüne baktığımda 4 karganın kendilerine eksen oluşturarak ve halka çizerek aşağıya, benim kuşları topladığım yere inmeye başladıklarını gördüm. tüfeğin sesi yeterdi onları dağıtmama ama yapmadım. zaten o diğer kuşları amaçsızca öldürmüştüm aslında. kendimi, cansız cisimleri havaya atıp onları patlatarak da geliştirebilirdim. o kısmı tamamen bahane. bu amaçsızlık olarak görünen şeyin içindeki sadece dürtü. canlı, kendi halinde hareket eden bir şeyin varlığını sonlandırmak. dünyadan bir fazlalık atmış gibi hissetmek. sanki kendi bölgemin alanını genişletmek istiyormuşum gibi düşünülebilir. gayet şehre inip fast food falan tıkınabilecek seviyede bir varlık olmama rağmen, tüm ilkel dürtülerimle ordaydım. ve kargaların benim vurduğum kuşları yemesine izin verdim. bu amaçsızlığım bile, hayvanseverlerin beni görselerdi "vahşet" olarak adlandıracakları bu şey bile, doğanın dengesi ve sürekliliği için bir adım olmuştu. kargalar... para ödemeden yemek yediler. daha ne yapayım lan?

kaydedilmiş iç ses [1]


yanlışlıkla yaktığım sigaraların toplamı, dalgınlığıma eşitti. ve dalgınlığım da, varlığımın farkında olmadığım anlara eşitti. yani o sigaraları ben içmedim, ama içmiş sayıldım. bilincim mi içgüdülerimin kurbanı, yoksa içgüdülerim mi bilincime aldırmak istemiyordu? arada bedenim kaynıyor. içmediğim sigaraları içmiş, sevmediklerime boşalmış sayılıyordum. birkaç farklı kulvardan oluşan tek yapılı canlıyım ama içimdeki farklı kulvarlara bağlı isteklerin her biri kendi çıkarı için uğraşıyor. bazen işbirliği de yapıyorlar. içgüdüm becermek istediğini seçiyor ve bilincim evi tarif ediyor. bedenim de boşalıyor. ama bilinç sevmek gibi bir zorundalığa ihtiyaç duyarsa sakatlanıyor ve diğer kulvarlar ne yapacaklarını şaşırıyor. işte bunun adı kontrolsüzlüktü. bir makina olsaydım kısa devre derlerdi. aynı şekilde içgüdü öfkeye kapıldığında, bilinci kapatıp bedenle işbirliği yapıyor ve yok etmek için tüm gücüyle saldırıyor. dünyanın içinde bir dünya daha var ve anladığım kadarıyla sadece boşaldığımda kendim olabiliyorum, ya da ona benzer anlarda.

17 Ekim 2011 Pazartesi

nekrofili hatırası

buzdolabını açtım. yumurta koyulmak üzere tasarlanmış yere mumyalanıp, dilimlenmiş memeleri yerleştirdim. her kahvaltıda yalarım. sebzeler için tasarlanmış yerlerde ise tatlı türü vajina ve kalçalar var. bunları cinayet sırasında özenle kestim aslında ve kalçayı ekmek olarak kullanırım. içerde karşı cins etlerinden oluşan çekyatlar tasarladım. bacaklardaki baldırlar ne de yakışmıştı çekyatın kol dayamak için tasarlanan yerlerine. işte zihnimdeki tüm tasarıları gerçeğe aktarmıştım, rahatça dokunabilmeye. ve kendimi yalnız hissetmiyorum. evin içi bana itaat eden kadınlarla dolu. tüm titizliğimle mumyalayıp, yalıyorum ve kokularını tazeliyorum. işte bu evin tanrısı benim. yatak odasında itaatkar fahişeler gözleri kapalı beni bekliyorlar. hiç gelmesem yine orda kalırlar, beklerler. ne de olsa mekanik bir sistemle bensiz de kendileri tazeleniyordu. hırsım, güdülerim ve azmim, beni bu evin tanrısı yapmıştı. bu ev, bariz şüphelerin peşinden koşup onları açığa çıkarınca kendini yıkılmaz hisseden aptal devlet görevlilerinden çok uzak. insanlardan uzak. burası benim dünyam. ve bu evin tanrısı bizzat benim. vahiy gönderdiğimde dinlemezler bile, ben sadece hislerle çalışıyorum. maddeler ve hareketlilik değil istediğim. itaat. ve bu güzel ölüler bunu iyi beceriyorlar. benim onları becerdiğim gibi. belki vişne suyu yerine kanı tercih etmezdin ama, yaşlı bir kadın yerine genç ve taze cesedi tercih ederdin sayın erkeklik güdüsü. ahah, evet aynen böyle. değişik renklere sahip saç tellerinden döşediğim bu halının üzerinde yalın ayak gezmenin keyfini yaşıyorum.

...

6 Ekim 2011 Perşembe

bir adam ölmek üzereyken

hayatının sonlarına doğru, fiziksel yetersizliklerini maddesel yeterliliklerle örtmeye çalışıyordu. kendi kendisine yetersiz gelmenin yarattığı kompleksle, parasını da, herhangi bir eşyasını da kaybetmek istemiyordu. hayatta kalma güdüsü onu daha da cimrileştirmişti, hiç olmadığı kadar. sevgiye ve paylaşmaya gelecek olursak, bu hisleri beslediği insanlar ölmüştü. son tutunuşlar; mağlup olmak istemeyişin asiliği ve kemiğin bıçağı kesmek isteyişinin imkansızlığıyla karışık bir bulantı oluşturmuştu onda. yüzündeki çizgiler, cesedi için otopsi gerektirmeyen bir yaşantının belirtisiydi. yüce sayılan bir birikimin nasıl son bulduğunu anlatıyordu ve gençliğinde durmadan keserek sertleştirdiği sakalları artık tekrar saklanmıştı hiçliğe. duyguları azalmıştı, ya da o kadar artmıştı ki hissedemez olmuştu. yoğun acıdaki uyuşukluk hissi gibi. kararsızdı. ve bir şeylere inanmak istiyordu. eğer bir koruyucu bulamazsa, eğer insandan başka üstün bir varlığa tutunmazsa tamamen yok oluş korkusunun dayanılmazlığında boğulacaktı. inandı. inandı. ve inandı. arada bir kendisini kandırdığını söylüyordu beynin içindeki ikinci beyin. ama bu ihtimalden o kadar korkuyordu ki, inanmaya devam etti. hala cimriydi, çünkü bir zamanlar kendi kendine yetiyordu, karşı cins için yeterliydi, birçok şey için yeterliydi. gücünün sınırlı olduğunun farkındaydı ama onun için yeterliydi. hala cimriydi, çünkü ona yardım edecek insanlar da aynı yok oluşun eşiğinde duracaklardı. onun isteği, bu dünyada kendi sonsuzluğunun garantisini kesinleştirmek ve rahatça uyuyabilmekti. onun isteği üstünü birilerinin örtmesi değildi. bunca yıldır karşı koyan, isteyen, yapan bir ego; bugün yok oluşun eşiğindeydi. aynada her gün kendine bakmak gibi, bu değişimi hiç farketmemişti ama son günlerde içini dolduran bu boşluk, dayanılmazlık meşalesini yakmıştı sonu yakın bir bedende. sonu yakın bir beden... sonu yakın... son.