17 Kasım 2011 Perşembe

Denizler, günbatımı, kuşlar ya da çiçekler umrumda değil. Bana bunlar romantizm katmıyor. Güzel olabiliyor belki ama dünya üzerinde tablo gibi; sahte gibi. Bunlardan bahsetmek istemiyorum. Ben kusmuk atan o bedeni daha çok seviyorum. Olmasa güzel olurdu belki ama gerçekliği yakaladığımda daha çok seviyorum. Gerçeklikten uzaklaşmak için istemsiz çaba gösteriyor zihnim, yanlış bir tarzda aşık olduğumu hatırlatmaya çalışıyor. İyice kendimi kaptırayım istiyor. "Karşı cinse o kadar ilgi duy ki varlığını sorgulamayı unut" diyor. Orospu çocuğu. Haklısın aslında. Çünkü uzun zamandır kendimleyim ve o kadar alışmışım ki umarsamaz tarzıma. Heyecanlanmak, benim için öğrenilmesi gereken bir olgu haline gelmiş. Burda zihnim yine beni yanıltıyor aslında, daha önce de heyecanlandım ya da bağışıklılık kazanmışımdır. Bilemiyorum. İnanmak istemekle, inanmak arasındaki farkı düşüneyim derken bile inanıyorsun. Neden? Tek amaç gerçekten bir canlı daha getirmek mi? Tek amaç bu mu? Bunu istemiyorum, bazen istiyorum ama genel olarak istemiyorum. İnsan olmadan bu beynim olsaydı keşke, enteresan bir organ. "Nasıl buraya yazabiliyorum lan?" demeye başlayacak kadar sorgular oluşmaya başladı yine kafamda. Harika. Varoluş sorgusunu zihnimden çıkartamıyorum. Sosyal bir ortamdaki en ufak bir konuşma boşluğunda bile geliyor aklıma değişik versiyonlarda. Karşı cinsin yaratık olduğunu hatırlıyorum birden. Ben daha önce hiç dişi böceğe aşık olmuş muydum? Hayır. Eğer kendimi böceğin yerine koyup olaya bakarsam, insanlar da tiksinilecek varlıklara dönüşüyordu bu sefer. O halde karşımdakine neden ihtiyacım vardı ki? Ama kendimi kaptırırsam belki başka bir canlıya... Hayır, amaç aslında egomu tatmin etmek. Egomuz o kadar aç ki, cinayet işleyemiyoruz, rahatça yatırıp sikemiyoruz. Egomuz çok aç. O yüzden binaların arasında yarrak gibi takılıyoruz. Evet sonuç bu. Burdan vardığımız sonuç, sonuçsuzluk.
Belki de tüm bilgiler doğuştan bizde kayıtlı, ve bir şekilde o bilgileri tekrar ele geçirmek istememiz hayatta kalmamızı sağlıyor. Belki de keşfetmek dediğimiz şey, sadece hatırlamak. Bu yüzden rahatlıyoruz. Ve herhangi bir şeyi hatırlayamadığımızda bu yüzden rahatsız oluyoruz. Dünyaya ait tüm bilgiler her insanın içinde mevcut. Ve bir şekilde ulaşamadığımız için yeni doğmuş bebek yüzme bilmiyor ama o bilgiler kayıtlı olduğu için, yeni doğmuş bebek suyun içinde nefesini tutuyor. Çünkü bu hayatta kalması için koz olarak kullanacağı ilk bilgi. Suda nefesini tutmak. Doğuştan her şeyi biliyoruz, ama doğduğumuzdan itibaren o bilgileri hatırlamak için yaşıyoruz.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Olay tamamlanmak ya da bütünleşmek değil, rahatlamak. Hatta erkek açısından bakılırsa hakimiyet. Hatta ve hatta aslında seks bir yaralamadır. Öldürme isteğinin imitasyonudur. Bıçak yerine yarak kullanılır.

O yüzden güvenilir kişiler tarafından yaralanmak istersiniz. Çünkü şöyle bir bakılırsa, aslında o esnada hiçbir can güvenliğiniz yoktur sevgili bayanlar.


20 Ekim 2011 Perşembe

birileri var [1. bölüm]

köpeğim havlamaya başlamıştı. o sadece benim haricimde yabancı bir canlı gördüğünde havlar. bense zaten uyuyamıyordum. tüm gün adrenalinimi patlatmaya hazır bir tedirginlikle dolaşmıştım etrafta. çünkü geçen hafta hiç var olmayan paranın üzerinden oynamıştım kumarı ve kaybettiğimde o var olmayan para, borca dönüşmüştü. en geç bir hafta içinde var olmak zorundaydı. sürekli boncuklu tabancaları dolduran şeytanın cebimi doldurma ihtimalinden umutlanarak elimi cebime attım. hayır, hala var olmamıştı o para. uykusuzlukla karışmış, yoğun bir uyuma isteğinin göz kapaklarımın üstünde zıpladığını hissettim. bir hafta boyunca "her an gelebilirler" düşüncesiyle kapıldığım paranoyalar ve varlığımı korumak adına güçlendirdiğim dikkatim beni yormuştu. yatağımdayım. uyumak istiyorum. tavanı gözlerimle bulanıklaştırıp netleştirerek oynayabileceğim en sıkıcı oyunu oynuyorum kendi kendime. köpek daha güçlü havlamaya başlıyor. bağlı olduğu zincirin iki saniyede bir zemine çarpması beynimde yankılanıyor. bugün son gündü. parayı ödemedim. bugün son gündü! bugün borcum için verilen müddetin son günü müydü, benim mi? bu gece ölüyor muyum? alışkanlığım kendi sonumu mu getirecekti yani? penceremden vuran loş ışığa dokunmaya çalışıyorum. ışığı tutup çekmek istiyorum. bu yayılan ışığı ellerimle sıkıştırıp karşımdakileri kör edecek bir silah yapmak istiyorum. tanrı olmak istiyorum. şu an bulunduğum konumdan daha üstün bir şeye dönüşmek istiyorum. en azından bu gece ölümsüz olmak istiyorum. hatalarımın silinmesini istiyorum. metafiziksel bir şeyler arıyorum. yok! yok! yok! beynimi, düşüncelerimle birlikte dağılmak üzere olan bu kafatasından kaçırıp, fiziksel güç açısından mucizevi üstünlüğü olan bir bedene yerleştirmek istiyorum. yetersizliğin kokusu burnumu kanatıyor.

birkaç ayak sesi duymaya başlıyorum şimdi. olamaz! ellerim ve ayaklarım buz kesildi. kriz geçirmeden önce olur bu genelde. titremeye başlıyorum. varlığım sözkonusu ve ne olacağını bilmiyorum. tüm endişelerim, korkularım, şüphelerim, nefretim sıkıştırılmış bir kaya yığını gibi çöktü ciğerimin ortasına. ayak sesleri yaklaşıyor. ve bu kaya yığını damarlarımı çatlatan bir öfkeye dönüşmeye başladı. hayatta kalmak için atılan son yumruk, tanrının elinden çıkmadır. hayatta kalmak için yapılan son koşu, rüzgarların diz çöküşüdür. hayatta kalmak için verilen son mücadele, izleyenlerin ayakta alkışlayacağı en müthiş sahnedir. izliyor musun tanrım? yatağımdan fırlıyorum. her sorunumda bana ortak olan halı desenleriyle bakışamayacak kadar tedirgin ve çalkantı içindeyim. bu loş ışıklı, müstakil evin koridorunda hızlı adımlarla yürüyorum. içinde özel eşyalarımın bulunduğu ve genelde kilitli olan odanın kapısını hışımla açıyorum. içerisi çok dağınık. nerde!? silahım nerde!? okey taşlarını karıştırırcasına yokluyorum odanın her tarafını. gözlerim kararıyor. nokta nokta olan o yeşil şeylerden görüyoum. reflekslerim, odaklarım... her şey son seviyede. köpeğim acıklı bir şekilde uluyor. zar zor duyuyorum. ses kesiliyor sonra. tıkırtılar duymaya başlarken ben de yavaş adımlarla, derin nefeslerle ve bir elimle duvarlara dokuna dokuna ilerliyorum. kalbim parçalanmak istercesine çalınan bateriye dönüştü. nerde?! nerde!? tamamen unutmuşum! yatağın altına koymuştum. evet. hiç olmadığım kadar hızlı koşup yatağı tuttuğum gibi fırlatıyorum, yatağın pencereye girmesiyle cam patlıyor. şırıl şırıl akıyor cam kırıntıları. silahımı alıyorum. normalde iki kişiyle zar zor kaldırılabilen bu yatağa takla attırmıştım. hayır, buna şaşıracak vaktim yok. garip bir ses daha duyuyorum. tanrısal bir ölümsüzlük hissi kaplıyor beni. güçlendikçe güçleniyorum. ani bir evrimleşme süreci başlıyor, daha fazla nefes.


patlayan camdan kafamı çıkarıyorum. köpeğim yerde ayaklarını oynatmak için çabalıyor. kanı parlıyor ay ışığında. yok olmak üzere. benim kadar tedirgin değil. köpeğim. yok oluyorsun. sende amaçsız insanların uyuyuşunu görüyorum. köpeğim. yok olmak üzeresin. o kadar iyi değildi burası. aferin oğlum. güzel yok oluş.

...

18 Ekim 2011 Salı

kaydedilmiş iç ses [2]

olay tamamlanmak ya da bütünleşmek falan değil; rahatlamak.

sigaranın ciğerlerden vücuda yaydığı, yiyeceklerin mideyi doldurmasındaki, yastığın soğuk tarafındaki rahatlık gibi. marka farketmez. bahçesi, fabrikası, kumaşı farketmez. istenilen sadece rahatlık. ve bu yüzden insanlar bu rahatlamaya eriştiklerinde, rahatlamanın belirsiz bir süreç sonra bitecek olmasına aldırmazlar. bu ihtimali hızlı ve yüzeysel bir şekilde, kendilerini rahatsız etmeyecek şekilde geçirir akıllarından. ve bu yüzden en küçük bir sorunda bile bu rahatlamanın sona ereceği ihtimalinden korkarlar, endişeye kapılırlar. bazıları daha konforlusunu gördüklerinde, elindeki rahatlığı bırakır ve diğerini hedef alır. kendisi farkında olmasa bile, hedefine varış süreci onu dozaj dozaj rahatlatır. bazıları çabuk tüketir rahatlıklarını ve yeni rahatlamalara koyulurlar. bazıları alıştığı rahatlıktan başka bir şey istemez. kimiyse yoksunluk içinde en çirkinine bile razı ve seçiciliğini kaybetmiş haldedir. insanlar diğer maddeler gibi sadece rahatlama aracı ama "temel rahatlama aracı". işte ayrıştığımız nokta burada. kim ne kadar rahatlamak istiyor?

zaman karmaşası ve belirsizlik

şimdiki zamanda pek de hatırlanmaz geçmiş. hücrelerin gelişiminde, yara izlerinde, davranışlarda, şüphelerde, korkularda ve daha pek çok şeyde bizimle gelir ama genel olarak hatırlanmaz. belki de bu yüzden hatırlanmaya ihtiyaç duyulmaz. şimdiki zaman, sürekli yeni bir geçmiş yarattığı için gelecek zaman daha cazip gelir. ama gelecek bir ütopyadır aslında. gelecek zaman bilinmezliğiyle bir tanrı gibi ve tahmin edilmeye çalışılmasıyla şimdiki zamanın peygamberi. tam olarak şu an yaşadığımız şey gelecek mi yoksa şimdiki zamanın vajinasından taze fışkıran geçmiş mi? yanılıyoruz. gelecek yok. kontrol bizde değil. ama bu yanılsamayı örtecek benlikler yerleştirilmiş içimize. hayatta kalma güdüsüyle zincire vurulmuş bir dünya hapishanesindeyiz. ve birbirimize karşı her şeyiz. düşman, dost, sevgili, yardımcı, patron... zaman içinde yer değiştirebilen ve kaybolabilen konumlardayız birbirimize karşı. ve şaka gibi. hala kontrolün bizde olduğunu sanıyoruz. hala...

amaçsızlık

36lık tek kırma tüfeği bırakıp, 12lik profesyonel yarı otomatik tüfeği aldım elime. uzun bir dağ yürüyüşünden sonra ovaya ulaştım. ve atış alanımdı burası benim. yerde sürü halinde duran kuşlar ilgimi çekmiyordu. antrenman yapmak için ordaydım ve uçan kuşu hedef alıp tüfeği patlattığımda, kuşun kanadının kapanışını, uçak gibi yere çakılışını izlemek hoşuma gidiyordu. çünkü yok eden bendim. kendimi geliştirmek adına vurduğum kuşları belli bir yere topladıktan sonra, keklik avlamak için o bölgeden uzaklaştım. gökyüzüne baktığımda 4 karganın kendilerine eksen oluşturarak ve halka çizerek aşağıya, benim kuşları topladığım yere inmeye başladıklarını gördüm. tüfeğin sesi yeterdi onları dağıtmama ama yapmadım. zaten o diğer kuşları amaçsızca öldürmüştüm aslında. kendimi, cansız cisimleri havaya atıp onları patlatarak da geliştirebilirdim. o kısmı tamamen bahane. bu amaçsızlık olarak görünen şeyin içindeki sadece dürtü. canlı, kendi halinde hareket eden bir şeyin varlığını sonlandırmak. dünyadan bir fazlalık atmış gibi hissetmek. sanki kendi bölgemin alanını genişletmek istiyormuşum gibi düşünülebilir. gayet şehre inip fast food falan tıkınabilecek seviyede bir varlık olmama rağmen, tüm ilkel dürtülerimle ordaydım. ve kargaların benim vurduğum kuşları yemesine izin verdim. bu amaçsızlığım bile, hayvanseverlerin beni görselerdi "vahşet" olarak adlandıracakları bu şey bile, doğanın dengesi ve sürekliliği için bir adım olmuştu. kargalar... para ödemeden yemek yediler. daha ne yapayım lan?

kaydedilmiş iç ses [1]


yanlışlıkla yaktığım sigaraların toplamı, dalgınlığıma eşitti. ve dalgınlığım da, varlığımın farkında olmadığım anlara eşitti. yani o sigaraları ben içmedim, ama içmiş sayıldım. bilincim mi içgüdülerimin kurbanı, yoksa içgüdülerim mi bilincime aldırmak istemiyordu? arada bedenim kaynıyor. içmediğim sigaraları içmiş, sevmediklerime boşalmış sayılıyordum. birkaç farklı kulvardan oluşan tek yapılı canlıyım ama içimdeki farklı kulvarlara bağlı isteklerin her biri kendi çıkarı için uğraşıyor. bazen işbirliği de yapıyorlar. içgüdüm becermek istediğini seçiyor ve bilincim evi tarif ediyor. bedenim de boşalıyor. ama bilinç sevmek gibi bir zorundalığa ihtiyaç duyarsa sakatlanıyor ve diğer kulvarlar ne yapacaklarını şaşırıyor. işte bunun adı kontrolsüzlüktü. bir makina olsaydım kısa devre derlerdi. aynı şekilde içgüdü öfkeye kapıldığında, bilinci kapatıp bedenle işbirliği yapıyor ve yok etmek için tüm gücüyle saldırıyor. dünyanın içinde bir dünya daha var ve anladığım kadarıyla sadece boşaldığımda kendim olabiliyorum, ya da ona benzer anlarda.

17 Ekim 2011 Pazartesi

nekrofili hatırası

buzdolabını açtım. yumurta koyulmak üzere tasarlanmış yere mumyalanıp, dilimlenmiş memeleri yerleştirdim. her kahvaltıda yalarım. sebzeler için tasarlanmış yerlerde ise tatlı türü vajina ve kalçalar var. bunları cinayet sırasında özenle kestim aslında ve kalçayı ekmek olarak kullanırım. içerde karşı cins etlerinden oluşan çekyatlar tasarladım. bacaklardaki baldırlar ne de yakışmıştı çekyatın kol dayamak için tasarlanan yerlerine. işte zihnimdeki tüm tasarıları gerçeğe aktarmıştım, rahatça dokunabilmeye. ve kendimi yalnız hissetmiyorum. evin içi bana itaat eden kadınlarla dolu. tüm titizliğimle mumyalayıp, yalıyorum ve kokularını tazeliyorum. işte bu evin tanrısı benim. yatak odasında itaatkar fahişeler gözleri kapalı beni bekliyorlar. hiç gelmesem yine orda kalırlar, beklerler. ne de olsa mekanik bir sistemle bensiz de kendileri tazeleniyordu. hırsım, güdülerim ve azmim, beni bu evin tanrısı yapmıştı. bu ev, bariz şüphelerin peşinden koşup onları açığa çıkarınca kendini yıkılmaz hisseden aptal devlet görevlilerinden çok uzak. insanlardan uzak. burası benim dünyam. ve bu evin tanrısı bizzat benim. vahiy gönderdiğimde dinlemezler bile, ben sadece hislerle çalışıyorum. maddeler ve hareketlilik değil istediğim. itaat. ve bu güzel ölüler bunu iyi beceriyorlar. benim onları becerdiğim gibi. belki vişne suyu yerine kanı tercih etmezdin ama, yaşlı bir kadın yerine genç ve taze cesedi tercih ederdin sayın erkeklik güdüsü. ahah, evet aynen böyle. değişik renklere sahip saç tellerinden döşediğim bu halının üzerinde yalın ayak gezmenin keyfini yaşıyorum.

...

6 Ekim 2011 Perşembe

bir adam ölmek üzereyken

hayatının sonlarına doğru, fiziksel yetersizliklerini maddesel yeterliliklerle örtmeye çalışıyordu. kendi kendisine yetersiz gelmenin yarattığı kompleksle, parasını da, herhangi bir eşyasını da kaybetmek istemiyordu. hayatta kalma güdüsü onu daha da cimrileştirmişti, hiç olmadığı kadar. sevgiye ve paylaşmaya gelecek olursak, bu hisleri beslediği insanlar ölmüştü. son tutunuşlar; mağlup olmak istemeyişin asiliği ve kemiğin bıçağı kesmek isteyişinin imkansızlığıyla karışık bir bulantı oluşturmuştu onda. yüzündeki çizgiler, cesedi için otopsi gerektirmeyen bir yaşantının belirtisiydi. yüce sayılan bir birikimin nasıl son bulduğunu anlatıyordu ve gençliğinde durmadan keserek sertleştirdiği sakalları artık tekrar saklanmıştı hiçliğe. duyguları azalmıştı, ya da o kadar artmıştı ki hissedemez olmuştu. yoğun acıdaki uyuşukluk hissi gibi. kararsızdı. ve bir şeylere inanmak istiyordu. eğer bir koruyucu bulamazsa, eğer insandan başka üstün bir varlığa tutunmazsa tamamen yok oluş korkusunun dayanılmazlığında boğulacaktı. inandı. inandı. ve inandı. arada bir kendisini kandırdığını söylüyordu beynin içindeki ikinci beyin. ama bu ihtimalden o kadar korkuyordu ki, inanmaya devam etti. hala cimriydi, çünkü bir zamanlar kendi kendine yetiyordu, karşı cins için yeterliydi, birçok şey için yeterliydi. gücünün sınırlı olduğunun farkındaydı ama onun için yeterliydi. hala cimriydi, çünkü ona yardım edecek insanlar da aynı yok oluşun eşiğinde duracaklardı. onun isteği, bu dünyada kendi sonsuzluğunun garantisini kesinleştirmek ve rahatça uyuyabilmekti. onun isteği üstünü birilerinin örtmesi değildi. bunca yıldır karşı koyan, isteyen, yapan bir ego; bugün yok oluşun eşiğindeydi. aynada her gün kendine bakmak gibi, bu değişimi hiç farketmemişti ama son günlerde içini dolduran bu boşluk, dayanılmazlık meşalesini yakmıştı sonu yakın bir bedende. sonu yakın bir beden... sonu yakın... son.

27 Eylül 2011 Salı

cinnet sonrası hissizlik

artık vücudun savunma mekanizması mıdır, varoluşun eşantiyonu mudur, bilemem. cinnet sonrası bi hissizlik basıyor. donukluk, fikirsizlik, sanki o an "bir süreliğine insan olmaktan alıyorum seni" diyor üstün güç. sanki o an "daha fazla insan olarak kalsaydın kendini gebertecektin, onun için salt hayvan moduna geçtik efendim" diyor beyin. bir şeyler oluyor işte. aynı zamanda insanın kendine gelmesi için verilen müddet gibi, işin garip tarafı bu müddet, ya birkaç saat ya da ömür boyu devam ediyor. bu hissizliğin azalmaya başladığı anlar, tekrar his orduları geliyor ve gözyaşlarıyla tekrar defolup gidiyorlar. bir de kısırlaşarak dönebiliyor yani bir süre. neyse ki tolstoy'un dediği gibi 'insan, her şeye alışabilen varlıktır.' zaten alışamadığı durumlar ölümü, alışamayacağı durumlar devrimi getirir. en berbat hislere, bu hisleri kendi içimizde tekrar tekrar yaşayarak duyarsızlaştık. aslında hislere değil, hisleri uyandıran olaylara. his, sabitti. başından beri vardı ve bunun yok oluşunu sadece hissizlik ya da duyarsızlaşmak alt edebilirdi. hissizlik, kafatasından düşünce geçimine izin vermeyen bir karantina. huzura eriş. rahatlama. hissizlik. tanrısal. hissizlik, güzel.

23 Eylül 2011 Cuma

yaratılıştan düşünceye

hastanedeydim. acil bölümünde 10 yaşında özürlü bir kızın titreye titreye can çekişmesini izledim bir süre. ölmeli miydi, var olmamalı mıydı, bilmiyorum. kızın babasını çağırdılar. sonra ben kendim için acele etmektense biraz daha izledim. kızın babası, kızın sağlık karnesini masaya koydu ve o fotoğrafa baktım. sadece izliyordum, empati yapamadım bile. bu görüntülere alışığım aslında ama yine de merakla izlerim. doğa olaylarında olduğu gibi.

bunun öncesinde, üst katta kbb bölümünün yanında emzirme odası vardı. beklerken bebekleri inceliyordum ve çocukları. anneleri pek önemsediğim söylenemez. onlar sadece işini yapmıştı. 7 yaşlarında bir çocuğun anatomik yapısı dikkatimi çekti. ensesi garipti. kas neredeyse hiç yok gibiydi ve eklemleri çıkıntılıydı. burun delikleri tamamlanmamıştı. ve bir başka çocuğun kafatası yamuk dikdörtgen gibiydi. rahimde hatalı oluşmuş gibi. oraya ulaşması gereken sperm o değilmiş gibi. sonrasında bebek emzirmek hakkında öneriler veren bir tabela dikkatimi çekti, ve hemen yanındaki doğru emziren bebekle yanlış emziren bebek karşılaştırması. önerilerde yeni doğan bebeklere su dahil olmak üzere anne sütünden başka hiçbir şey verilmemesi gerektiği yazıyordu. bebek olmaktan çıkınca karmaşık olarak her şeyi tüketen bir canlıya dönüşecekti. işte garipsediğim ve dalgınlığımı arttıran düşünceler orada başladı. emzirme odası... diğer bütün canlılar doğadaydı, dışardaydı, biz binadaydık. kadının gençken annelik güdüsüyle sararak tuttuğu kitaplar, bebeğe dönüşmüştü. ve ben tüm bu zihinsel çıkarımları yapmaya başlarken onlar hala dünyaya gelen bir canlının varlığını sürdürebilmesi için uğraşıyorlardı. erkek olarak arzuladığımız memenin asıl amacı kadının kendi yavrusunu beslemekti. vücudunda ekstradan bir şey var ve bunun amacı yavru beslemek. eşantiyon olarak da bizi tahrik ediyor işte. bu bi tür bonus, haricinde neredeyse hiç bulaşmayacağız bu üreme işine. bana tüm bunlar enteresan geliyor. düşünebiliyorsun, mucizevi şeyler yaratabiliyorsun ama başlangıç noktası meme emzirmek.

emzirme olayının varlığını sürdürmesi bana insanın yeterince evrimleşmediğini düşündürdü o an. bir taraftan içgüdülerine tutsak, bir taraftan onu bastırabilecek bilince sahip olabilecek bir canlı. iki uçlu karmaşık bir yapı. ne kadar uzun menzilli atış yapabilen silah üretilse de, yumruğunu kullanmak isteyen bir canlı. ne kadar aşıkken sevdiği için sayfalarca şeyler yazsa da, bunun uğruna kurallar tanımasa da, aşkın amacı sadece iki karşı cinsi bebeklerini büyütebilecek kadar birbirlerine yakınlaştırmak. hatta tüm içgüdülerinin getirisini ve götürüsünü bilse de bundan kopamayacak bir canlı. kardiyolog olmak kalp krizi geçirilmeyeceği anlamına gelmez sonuçta. ama bu iki uç kavramın birleşmesini tehlikeli buluyorum. hem hayvan olup hem düşünebilmek korkunç. neyse ki bizden korkunç olan doğal afetler ve tesadüfler var. bu tehlikeyi kendi tehlikeleriyle gideriyorlar bunlar da.

bir şeyler yiyorsun, bu sana enerji veriyor. strateji oyunu gibi her şey. aynı zamanda "boş zamanında ne yaparsın?" sorusundaki boş zaman hayatın kendisi. yeryüzünden hastalık kapıp, yine aynı yeryüzünde hastalığa iyi gelecek bitkiler bulmaya çalışıyorsun. bunun yanısıra hasta olunmazsa, bağışıklılık sistemi güçlenmiyor. bilinç ve içgüdü, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru yanlış, olumlu olumsuz.. her şeyi birbirine karıştırmışlar. ama bu düşünebilme yetisinin olması gerektiği beden bu değilmiş gibi. sanki beynin daha üst mekanizmaya sahip bir bedene ihtiyacı var. bunu hep garipsedim ve bu konuya hiçbir bilgim yokmuş gibi yaklaştım her zaman. insanlarla konuşurken bile aklımın bir köşesindedir yüzeysel olarak. anlaşmak için kendi aramızda kullandığımız diller bile farklı. bulunan en eski insan fosili 3.5 milyon yıllık. bir de bundan sonraki 3.5 milyon yılda, eğer ki devam ederse neler olabileceğini bir düşünsene? kotası dolmuş bir dünya gibi gözüküyor burdan bakınca.

tüm dünyanın temelinde cinsellik var. peki ya olmasaydı? işte buna kısmen ben yanıt verebilirim sanırım. kullandığım bir ilaçta yan etki olarak ereksiyon kaybı, boşalmada güçlük ve cinsel isteksizlik vardı. bunun sonucunda olan şey şu; karşı cins sıradanlaşıyor. normalde yalamak istediğiniz, her türlü şeyi yapmak istediğiniz canlı, tüm bunları düşününce tiksinç hale dönüşüyor. ve bu psikolojiyi sikip atıyor. zaten çoğu hormon buna bağlı olarak salgılanıyor. mutluluk ve üzüntünün en üst seviyeye ulaştığı tek mevzu karşı cins zaten.

cins demişken bazen de, aynada uzun süre kendine bakınca, hamam böceği nasıl bize tiksinç geliyorsa biz de onlara öyle geliyoruzdur diye düşününce, göz kapaklarıma kurbağanın göz kapaklarına bakar gibi bakıyorum. ve "yaratığım lan ben" diyorum.

sadece bir kısmından bahsettim. yani ortalık karışık ve sadece izliyorum. ve öncel süreçler hakkında tahmin falan yürütüyorum. tek yapabildiğim bu. soyut olanı sorgulamanın zaman kaybı olduğunu anladığımda, ben de var olan nesnelere odaklandım. yazı da dağınık; ne de olsa karmaşık bir canlının karmaşık düşünceleri olur.

18 Eylül 2011 Pazar

baba, tanrı, güç kaybı ve hüzün

4 gün öncesinden sesleniyorum;


babamla birlikte motorla giderken, yine babamın içindeki güçsüzlüğü hissediyordum. yolda kamyon geçtiğinde bizim kenarlara kayma zorundalığımız ve son 10 lirasını bana saklama çabasından ziyade çok dalgın gibiydi. bazen kendine eğlence yaratıyordu ama küçükken yüzünü görebilmek için kafamı tavana çevirdiğim adam, tüm çarelerini yitirmiş gibiydi. tam olarak anlatamasam da bugün babama ve babamla gezdiğimiz yerlerdeki saçma anılarıma üzüldüm. bir insanın şehrin her metrekaresinde iğrenç bir hatırası olur mu lan? neyse, babam başarısız olmuştu. kendisinden, beni tam yetiştiremediği için 'sen kendi kendini yetiştir' mesajı alıyordum bir de. ve bu mesajı parasızlık yüzünden veriyordu. o da benim gibi savurganlık hastasıydı.

ama son yıllarda savuramıyordu bile "şu kadar paramız kaldı olmaz" diyerekten. ve şu kadar dediği para da 30-40 lirayı geçmezdi. hayatımda gördüğüm ekonomik stratejisi en kötü adamlardan biriydi. bir de kendi kendine saçmalardı bazen evde. önyargı sinir vesaire. sanki bir şeylere inanmak zorundaymış gibi ya da iyi kötü bir şeyler ona kendisini unutturuyormuş gibi.

doğayı çok seviyor çünkü şehirdeki binalar ona istediğini vermiyor. çünkü şehir parayla dönüyor. ama o bu konuda başarısız olduğu için, kendisini eski çağlarda hissetmek istiyor. borç psikolojisinden başka nasıl kaçabilirdi bir insan. bugün onda hissettiğim atmosfer şahsen umursamaz tavırlarım arasında en umursadığım şey oldu. çok saçmaydık geçmişten bu yana. ama beynim durmadan, istemsiz kıyaslamalar yapıyordu. çünkü güçlü biriydi. her yönden. ama bir gün onunla kavga ettiğimde benden fiziksel olarak güçsüz olduğunu görmem, vicdan azabını da beraberinde getirmişti. ve şimdi ikinci partı eksiksiz tamamlayarak psikolojik güçsüzlüğüne de erişmiş bulunuyor. ben onu başrol sanıyordum.

bir tanrı modeli olarak gösterdiğimiz baba. tanrı... benim tanrım benden güçsüz. bu karmaşa iğrenç bir his uyandırıyor işte.

bugün babamın babası olmalıymışım gibi hissettim. yani babamın içindeki potansiyel manevi gücü açığa çıkarabilecek, neşesini yerine getirebilecek maddi gücüm olmasını istedim. bunu gerçekten istedim.

ha bir de komik gelebilir ama gerçi komik aslında; bugün hastanede 23-25 yaşlarındaki veznedar kızın, yıllardan beri benimle karı kız muhabbeti yapan babama "amcacım" demesi ve babamın yüzündeki hüzün. "lan hadi maddi açıdan adamı siktiniz bari bunu yapmayın" dedim içimden. bunun etkisinin onu ne kadar karaladığını tahmin etmeye çalışıyordum. hastaneden çıkarken sorduğum soruyu, 20 dakika sonra bir kırmızı ışıkta yanıtladı. zihinsel olarak ölmek üzere. tanrım öldü ve sadece ben ağladım mı diyim ne diyim bu hüznün fiyakası için. öyle oldu işte. ses tonuna varana kadar sömürdüler babamı. öyle de kapitalizme kafası çalışmazdı. belki benim de çalışmaz, deneyelim bakalım.

14 Eylül 2011 Çarşamba

dinsel cinsel organlar

bir gün tanrı, ibrahim peygamber 99 yaşındayken ona -tevrat'ta geçtiği üzere- şöyle diyor ve bir antlaşma yapıyorlar;

"sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız. seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. sünnet olmalısınız, sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak. evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan herhangi bir yabancıdan satın alınmış köleler de içinde olmak üzere sekiz günlük her erkek çocuk sünnet edilecek. gelecek kuşaklarınız boyunca sürecek bu. evinizde doğan ya da satın aldığınız her çocuk kesinlikle sünnet edilecek. bedeninizdeki bu belirti sonsuza dek sürecek antlaşmamın simgesi olacak.sünnet edilmemiş her erkek halkının arasından atılacaktır, çünkü antlaşmamı bozmuş demektir."

ve binlerce yıl önce kendi aralarında yaptıkları bu garip anlaşma yüzünden mi şu an benim sikimin kafası savunmasız durumda? bundan evveliyatında da, eski zamanlarda masturbasyonu yasaklamak amacıyla başlatılmış. ama kesin olarak nerde başladığı bilinmiyor.

erkek sünnetinin faydaları arasında en çok gösterilen "temizlik" safsatası da ayrı bir komedi aslında. sünnet derisi dediğimiz prepusu dar olanlar ve işerken sorun yaşayanlar elbette diğer engelleyici unsurlar gibi bunu da ortadan kaldırmak amacıyla sünnet olabilir ama haricindeki tüm dinsel dayatmalar yanlıştır, haksızdır. tercihlere karışamayız. ama tek sorun bu dayatmalar. hatta bu geleneğin yerleştiği toplumlarda sünnetsiz erkeğin evlenmesi yasaktır, ya da psikolojik olarak ona "erkek olamamış" gözüyle bakılır. ki farz da değil islamda. hatta islama hadis yoluyla tevrattan girmiştir bu olgu. insanlar türetiyor işte bir şekilde. yahudilerinkiyse mecburi zaten. yukarıda yahudilerin atasının yaptığı o antlaşmadan ötürü. hijyenmiş, bazı hastalıkların taşınmasına engel olurmuş vesaire bunlar aslında "eğer sünnet olmamak farz olsaydı" sünnet olanlarla dalga geçeceğimiz derece ufak nedenlerdir. sünnet, penis kanseri riskinden koruyormuş. sanki ilk kesenlerin kanserden haberi vardı. uydurun moruk uydurun. "o zaman prostatı da erken yaşta kesip atalım, onun da kanseri var ve yakalanma riskimiz milyon kat daha fazla. her organın kanseri var, akıllı olun." demiş -ventolin nickli- ekşi yazarı, iyi demiş. zararlarını say say bitmez.

madem dinsel dayatmalar ön planda,

o halde soruyorum;

tanrı yanlış mı yarattı da, sizlerden sikinizin kafasındaki deriyi kesip atmanızı istiyor? madem sünnetin temel amacı erkekteki cinsel isteğin seviyesini indirmek, tanrınız yaratırken seviyeleri doğru ayarlamaktan aciz mi?


peki ya travmalar?

nörofizyolog james prescott'a göre erken yaşlarda, özellikle bebeklerde yapılan sünnet, bireyin gelişen beyin yapısında cinsel zevk duygusunun acı ile birlikte kodlanmasına neden olur, ve bu şekilde cinsel olarak sağlıklı gelişmesini, ve ileri yaşlarda cinsel zevki ve cinselliğin manevi boyutunu gerektiği şekilde yaşamasını güçleştirir. ataerkil toplum, bireylerin cinselliğini bu şekilde kontrol eder.

ve bazı çocuklar sünnet olduktan sonra "ben bu pipimi istemiyorum, eski pipimi verin bana!" diye ağlarlar, zırlarlar.


erkek sünnetinin zararlarını hem ayrıntılı hem özet olarak şu kaynakta bulabilirsiniz: sünnetin zararları


gelelim kadın sünnetine. erkeklerin cinsel işlevi yine de bir şekilde devam etse de, sünnetin yerleştiği toplumlarda akılda pek soru işareti kalmasa da kadın sünneti tam bir faciadır.

kadın sünneti üç şekilde yapılır.


1. prepusla birlikte klitorisin bir kısmının veya tamamının kesilmesi.


2. klitoris, prepus ve çevredeki küçük ve bir kısım büyük dudakların kesilmesi.


3. klitoris ve prepus ile birlikte küçük ve büyük dudakların neredeyse tümüyle kesilmesi, açık yaranın dış çeperlerinin bir araya getirilerek yaranın tümüyle dikilmesi, sadece idrar ve aybaşı kanamasının akabileceği ve ancak küçük parmak genişliğinde olan bir açıklık bırakılması.

bunlar; kadındaki cinselliğin bitmesine, ilişkiden sadece erkeklerin faydalanmasına neden olur. temel içgüdü cinsellikken, bu cinsel güvensizlik yüzünden insanların uğradığı istismarlar sona ermeli. şu an kaynağı aklımda değil, bir araştırmada cinselliğe yönelik baskıların az olduğu toplumların daha mutlu olduğu yazıyordu. şu an biz belki tüm tabulardan sıyrılıp, aklımızı özgürleştirsekte hala bilinçaltında mevcut bunlar. bilinçaltı çöplüğe dönmüş.

hangi tanrının kendi yarattığı varlıkların cinsel organlarıyla bir problemi olur? hangi tanrı yarrağın kafasını ister ha? hangi tanrı içimize temel içgüdüyü yerleştirip, en büyük haz alacağımız aktivite olan seksi yasaklar? hangi tanrı kendi yarattıklarının anatomisiyle çelişen cerrahi operasyon emirleri verir? hangi tanrı kendi yarattıklarının tabiatını kısıtlar? hiçbir tanrı.

bazı toplumlarda ergenliğe giren kızların memelerini kızgın demir, kızgın sopa ve benzeri şeyler aracılığıyla eziyorlar. kafaya bak! amaç erkek çocukları tahrik etmesin, bilinçsiz bir şey yapıp hamile kalmasın. süper çözüm ha!


eğer gelişeceksek, bilinçlenmeden üremeyelim. eğer gelişeceksek, gerekliliği olmadan kendi çocuğunuz da olsa kimsenin bedeni üzerinde karar vermeyelim. eğer gelişeceksek, en azından apaçık gözlemlenebilen bu saçmalıkları bir kenara atalım. çocuk yetiştirilmesinde bana göre öğretilmesi gereken; fizik kuralları, nesnel bilgiler falan olmalı. din değil, yaptırımlar değil. bırakın kim ne yapacaksa ilerde kendisi karar versin. kendinize yaptıklarınıza bakılınca.. kendilerine isa'nın çektiği acıları çektiren insanlardan oluşan opus dei tarikatından, ağızlarına kulaklarına oralarına buralarına demir sokan kabilelerden ne farkınız kalıyor ha?

bir de demez misiniz çocuğa "bak pipini kestik, çok konuşursan dilini de keseriz ha" diye. kısıtlayın kısıtlayın. biri de çıkıp kafanızı kesse de, daha fazla beyni yıkanmış çocuk yetiştirmeseniz keşke..

11 Eylül 2011 Pazar

farkında olmak ya da farkında olmamak

uyku borcum olduğundan mı ya da hala hasta olduğumdan mı, ve bu sebeple uzun süredir birileriyle içli dışlı olmadığımdan mı bilmiyorum. sebebinin hasta olup olmamam olduğunu da bilmiyorum. yapmam gereken şeyleri gün içinde kendime tekrar tekrar söyleyip, yapmam gereken şeyleri yapmıyorum. yapmamam gerektiğini söylesem, bunu hiç yapamamaktan korkarım. aksatıyorum. insanları, çalışmalarımı.. sürekli değişik şeylerle uğraşıyorum. yeni bilgiler, değişik videolar. durmadan birbiriyle alakasız olan o kadar çok şeye bakıyorum ki, kendimi unutuyorum. insanlarla iletişimim hep yarım yamalak. kronik olarak konuştuğum birileri yok. kronik olarak konuşmak istediğim birileri de yok. ve süreklilikten o kadar da hoşlanmıyorum. aynı zamanda süreklilik arzuluyorum. çoğu zaman yazacaklarımı, yazıp yazıp sildiğim için kendimi özgür hissedemiyorum. ne yazsam bir "taraf" oluyor. ciddiye alınmayacak bir şeyler yazayım diyorum, ciddiye alınmasını kafaya takıyorum. bunları bile sonradan farkettim. daha henüz bu hislerin neden olduğunu farkedemedim ve farkında olmadığım çok şey vardır daha, eminim. arkalardan dişimin biri çürümüş. bunu en kısa zamanda sökücem. bazı şeyleri gerçekleşmeden önsezgilerimle farkedebiliyorken, bazı şeyleri gerçekleşmesine rağmen nasıl farkedemiyorum? genel konuların çoğunun farkında oluyorum. ama öznelliğimin farkında değilim. tanrıda bu farkındalık duyusu daha azdır umarım. kendime suç ortağı arıyorum.  güneş beş milyar kadar yıl sonra sönmüş olacaktı hatırladığıma göre, tanrı da güneşi unutmuştur tahminime göre. sanki hapishane müdürü odasında gebermiş gibi. kendi içimde çok sıkılmaya başladım. çoğu zaman mutluydum, düşününce ileride de mutlu olacağımı hissediyorum. ama şu sıralardaki bu bocalama dayanılmaz bir his veriyor. evet dayanılmaz. baş ağrısı ve mide bulantısı bir yandan zaten. belki de tüm düşüncelerimi bu hastalık kontrol ediyor. evet evet, şimdi farkettim. 20 gündür geçiremedim, atamadım vücudumdan bu orospu çocuğunu. tanrı olmak kaç paraysa söyle ben yapayım. hala hastayım ondan böyle, evet tamam. hatırladım. şimdi farkettim. şimdi farkettim. peki ya hasta olmadığım zamanlarda da böyle olursam? peki ya hastalığın üstüne yığdığım bu varlık karmaşası, fiziksel olarak iyileştiğimde de devam ederse? ama hayır. sadece iyileştiğimde bunun geçeceğine odaklanırsam,  placebo etkisi yaratmış olurum. ama daha da iyisi zaten geçeçek bunu biliyorum. (öncesinden kabullenmek placebo için daha etkili hehe)

ama genelde gerçekten farkında değilim. bir sürü sekme açarım bilgisayarımda ve beynimde. dağınığım kendi yaşamımda ve beynimde. karşı cinsle bir süre muhabbet edebiliyorum, bazen sevişiyorum da ama hiçkimsenin bana göre olduğunu düşünmüyorum. bana göre olan "katlanabilme seviyesi yüksek olan" biri olacak ve onun da tek mahareti katlanabilmek olduğu için ondan da sıkılıcam. her şey birbiriyle bağlantılı olarak monotonmuş gibi. en yüce eğlence içmek ve sevişmek. bilmiyorum, bu değişmeyecek gibi görünüyor. onun için arada bir böyle garip sorgulamalara kapılacak aklım.ayrıca şu an içecek ve sevişecek halim yok. eğlenceye bile hazır değilmişim. şimdi farkettim. evet şimdi farkettim. nasıl sıkılmayayım ki? ama içsem, sevişecek gücüm yerine gelir. ya da sevişsem, çok güzel uyurum. tamam, virüslerle kaplanmış beynimi çok zorladım bu yazıyı yazarken. şimdi farkettim. tamam evet şimdi farkettim.

ve kafatası koşarak uzaklaşır...

10 Eylül 2011 Cumartesi

müzik

hani bazı sanatçılar müzik şöyledir, müzik böyledir falan der ve aslında ben o tanımlamalardan her ne kadar rahatsız olsam da müziğin güzel olduğu kadar tehlikeli olduğunu düşünüyorum. bazı açılardan bahsetmek istiyorum. aslında hiç de tanımlayasım yok bir şeyleri. ruh halini aniden değiştirebilen bir müziği, bir de bu müziği yapan açısından düşün. müzik; insanın içinde önceden var olan ve insanın içinde sonradan var olacak bir şeylere aracılık eden bir şey. müzik bir tür şizofreni ve bir tür ruhsal seyahat gibi. bu dünyadan değilmiş gibi. buraya ait değilmiş gibi. aynı zamanda sahte gibi duruyor, ama kendini kaptırınca senin de aklını uçuruyor. hipnoza benzer, istemezsen hiçbir şey seni hipnotize edemez. fakat bazı melodiler istemlerine pek de aldırmaz. sinir bozucu hale geldiği de oluyor benim için. gitar çaldıktan sonra bir süre hiçbir şey düşünemiyorum. sadece konuşabiliyorum. bu yüzden konuşabilmekle düşünebilmek de farklı şeylermiş gibi geliyor bana. sanki konuşmak, bazı anlar için omurilikte yer edinmiş alışılagelmiş bir davranış gibi. başka şeyler düşünürken, bir marşı şaşırmadan söylemek gibi yani. bazen de gitar çalarken acı çekiyormuşum gibi hissediyorum, kendimi deşiyormuşum gibi. bazen olmadığım bi yerde mutluluk yakalıyorum. tanımlayabildiklerim bu kadar belki de, çünkü seviyeleri değişken ve henüz kelime karşılığı olmayan hisler ve düşüncelerle içli dışlı oluyorsun işte. müzikle uğraşmak, gerçekten müzik yapabilmek sorunlu işi. sorunlu işi olmasa bile müzikle uğraşmak seni yeterince sorunlu biri yapmaya başlar zaten. gerçekten müzik yapabilmekten kastım kaliteli bir şeyler değil. inanılmaz saçma ve düzensiz melodiler de ayrı anlamlar taşır. müzik zaten hiçbir zaman sadece anlam taşımaz, 'anlamlar' taşır. gerçekten müzik yapabilmek dediğim olay, göreceli bir kavram. abartmıyorum. kesinlikle abartmıyorum. ama birçok insanın da hala bu atmosfere dahil olabilecek ruhları taşıdığına inanmıyorum.belki de piyasadaki var olan müziklerle, benim kafamda dönen müziklerin farkını hiç hesaba katmadan konuşuyorumdur. belki de kafamda dönenleri ya da klişeleşmekten çok efsaneleşmiş parçaları hissedebilmek, üstün ve karmaşık ruhlu insanların işidir. hala bu amınakoduğumu açıklamakta zorlanıyorum. kısacası;

müzik, dünyanın tek kutsallığıdır.

neden küfürlü konuştuğumu açıklıyorum

babam annemi sikti ve bir amda dokuz ay yaşadıktan sonra amlı konuşmaya falan başladım. sonra farkettim ki arada bir işiyorum, sikli konuşmaya başladım. bir de baktım sıçmak diye bir olay var, götlü konuşmaya başladım. bir de baktım seks diye bir şey var, amınakoyim demeye başladım amınakoyim. akabinde yeni küfürler gelişti.

9 Eylül 2011 Cuma

o ses türkiye yarışması ve ben

hastaydım. 1 hafta 10 gün diye bir kalıp vardır normalde ama gerçekten de 1 hafta 10 gün falan hastaydım. evden dışarı çıkamıyordum. boğaz-baş-mide üç cepheden saldırı falan demiştim önceki "bilinen sıradan hastalık" başlığında. neyse sonra annem komşudan geldi ve seni acunun yarışmasından aradılar dedi. geri dönüş yapabiliyormuşuz bu numaradan dedi. aradım meşguldu, aramaya devam ettim, arada çalsa da açan falan yoktu. annem işletildiğini falan sanmış bir yandan, ben de biraz gerginleştim tabi "acaba fırsatı mı kaçırdım" diye. çünkü o yarışmaya bir ay önce falan başvurmuştum. anneme yarışmanın ertesi gün hatay'da olacağını söylemişler. evden çıkamayan ben, akşam hastaneye gittim. faranjitmişim. bi kaç ilaç, iğne falan. "yarın bi yarışmaya katılmam lazım bişiler yapın" dedim. sonra ordan çıkıp nöbetçi eczaneden ilaçları aldım. ertesi sabah da erken kalkıp duşumu aldım. yarışma saat 12-18 arasıydı. ve hemen mersinden hataya yola çıktım. biraz da kendime şaşırmıştım. kafama koyduğum bir şeyi, hele bir de hastayken hiç böylesine çabuk yapmamıştım. nasıl oldu da ben kalkıp gidebiliyordum anlamış değildim. hala da gittiğim için kendimi garipsiyorum.

neyse yarışmanın olacağı ottoman palace oteline giden bir yol ağzında indim. antakyanın merkezine 20 dakika uzaklıkta. sonra iskenderundan bir arkadaşımı çağırdım ve o da yanında bir arkadaşıyla geldi. ordan otele yürümeye başladık. ama otel nasıl uzak, yürüdükçe bizden uzaklaşıyor sanki falan. yolda yürüyen biri de bize katıldı, o da yarışma için gelmiş. bi ara daha yakın olur diye düşündüğümüz bir yola girdik ve uzun bi süre yürüdükten sonra çıkış olmadığını farkettik. belki çıkış buluruz diye biraz daha yürüdük, arada derin bi kanal vardı ve karşısı tellerle çevriliydi geçiş imkansızdı. ama geri dönüp yolu değiştiremezdik, çok yürümüştük, bu yolu kısaltan yerden geçmeliydik. sonra karşısı telle çevrili olmayan bi yere gidip boyumuzu aşan kargıların arasından kanala indik ve karşıya tırmandık. şaka gibiydi. bir yarışmaya katılmak için neler yapıyorduk lan. ben zaten hastaydım nefesim iyice kesilmeye başladı. neyse orayı atlattıktan sonra yürümekte zorlandığımız tarladan devam ettik az kalmıştı derken, bir kanal daha çıktı karşımıza. burdan hiç geçemeyiz heralde derken farklı farklı şeyler denedik geçmek için ve en sonunda ordan da geçtik. böceklerle de içli dışlı olduk biraz ama geçtik ordan da sonuç olarak. sonra tarladan devam ettik ve sonunda asfalta çıkabildik. ben felaket terlemiştim ve sırtımdaki gitar sırtımı çökertmişti sanki. yamuk yumuk yürüyordum sarhoş gibi. otele vardık. 4 kişiyiz oturduk. ben titriyorum, nefesim çıkmıyo. hasta olduğum için evden çıkmamıştım ve bu da beni uzun süredir sporsuz, hareketsiz yapmıştı zaten. kaslarımı zorlayınca orda aşırı güç zorlamasından dolayı titriyordum. çok terliydim. boğazım da gıcıklanmaya başlamıştı. hafif öksürmeler falan o yolda bizimle gelen elemanla (ahmet) adımızı yazdırdık beklemeye başladık. hangi şarkıyı söyleyeceğime karar bile vermemiştim. oraya varınca düşünürüm demiştim. gitarla prova yapayım dedim. titremekten çalamadım, sesimi kullanamadım bile. lobide beklerden bunların olması beni tedirginleştirdi. lavaboya falan gittim, sakinleşmeye çalışıyorum. neyse 1 saat geçti. sıra bana geliyordu. ahmetin de boğazı gıcıklanmaya başlamıştı. napsak derken. iki tekila istedik. kafaya diktik. antibiyotik falan içmiştim ama takmadım başka şansım yoktu. zaten çok berbattım, bunun daha iyi gelmesi gerekirdi. ve kafamda da biraz placebo etkisi yarattım tabi. sonra bi de vodka. evet enerjim geldi. tabi bu hasta olduğumu ve yorulduğumu değiştirmiyordu ama çok daha iyiydim. dışarda biraz da sigara içtikten sonra sıra bana geldi. girdim. kamera, yönetmen falan var içeride. hani şu popstar da elemelerde bi konuşurlardı ya nerdensin falan, o tarzda bi şeydi. sonra 2 şarkımı da söyledim. ama sesimi çok yükseltmeyeceğimi bildiğimden sakin şarkılar söyledim. pek hatırlamıyorum, sesimi nasıl kullandığımı. yorgun ve heyecanlıydım. bu ikisinin karışımı harbiden berbat. nirvana - oh, me ve pinhani - ben nasıl büyük adam olucam'ı söyledim. telefon numaramı aldılar, "bir ay içinde bizden haber bekle, kazanırsan yarışmaya istanbul'da devam edeceksin" dediler  ve çıktım. sonunda bitirmiştim. ilk defa bi yarışmaya katılmıştım ve bir şeyler yapmaya başlamıştım. ama çok yorulmuştum. sanki son gücümü de oraya harcamıştım. benden sonra ahmet girdi, o da söyledi çıktı.

o yol geri yürünmezdi. otelin servisini falan bekledik. ondan sonra antakyaya geçtik. sonra o adanaya gitti. benim bilet akşam dokuzdaydı. ben de adanaya geçtim. ertesi gün de dahil mersine direk otobüs yoktu. o yüzden gece adanaya vardım. sabahlayıp mersine gidicektim. 10 liram kalmıştı. onu da sabahlarken sigaraydı, yiyecekti, içecekti derken bitirdim. sabahlarken askerden yeni gelen biriyle de muhabbet ettik biraz gitar çaldım falan yine. yaşlı amcalar banklara dizilmiş zaten. arada zabıtalarla muhabbet çevirdik falan. bi ara askerden yeni gelen eleman uyudu beni 5te uyandır dedi tamam dedim. uyandırdım. o karamana doğru gitti. benim gidebilmem için de bi kaç şoföre bişeyler dedi ama kimse kabul etmedi. neyse ben de otogardaki insanlardan birer lira alayım dedim. cebimde 1 dolar vardı. yazın sokak müziği yaparken turistin biri atmıştı. ilk 10-15 kişiden olumsuz yanıt almak sinirimi bozmuştu. uykusuzdum ve yorgundum. sonra bi adam 2 lira verdi. ve devam edeyim dedim istemeye. kimse vermeyince adamın yanına geri döndüm. "kimse para vermedi ya olaya bak, mersinde şimdiye 100 lira toplamıştım" dedim. o da nerde bu otobüs dedi. şurda dedim. parayı verdi bindim. sabah 6 buçuk gibi mersin otogarına ulaştım. ve mersinin ilçesi olan erdemli'ye gitmek için para istemeliydim bu sefer. dünkü mevzuya dönmesin diye dış görünüşlerden tek seferde para verebilecek birileri lazımdı. 4-5 kişilik genç bir grup vardı.onları gözüme kestrdim. "baa bana biğ bir birer liğra verebilr misiniz otobüz param yok" neredeyse böyle çıkmıştı sesim. konuşamadım lan. uykusuzluktan ve yorgunluktan konuşma yetimi kaybetmiştim sanki. sırtta gitar. sanki onun annesiyim de ben de anadolu kadınıyım amınakoyim. neyse o da nerden kalkıyo senin bu otobüs dedi. şurdan dedim. gel seni bindiriyim dedi falan. bi de bi öğrenci yurdu falan açmışlar. broşürünü verdi. öğrenci toplamaya çalışıyoruz, üniversiteden arkadaşlarının ihtiyacı olursa haber ver falan dedi. tamam dedim. o da o otobüsün parasını verdi. ve 7.30 falan gibi erdemli/mersin'deydim sonunda. bizim ev de biraz yukarı doğrudur, uzaktır. ve o yol bana çok yakın geldi çünkü yolların anasını sikmiştim artık, ne kadar yürüsem ayaklarım kabullenecek durumdaydı. eve girdim ve biraz müzikle uğraştım yine uyumadım. sonra da bi zıbardım 5 saat derin uyuyup kalktım. iyi de sersemledim. daha fazla uyku lazım ama buna üşeniyorum da denebilir. evet bu da böyle bir maceramdı.

ama bu bana, motivasyonumu sağladığımda uğruna neler yapabileceğimi gösterdi. müzik konusunda, dağ delen ferhat stayla biriymişim de haberim yokmuş. ve bundan sonra, müzikle çok daha içli dışlı olucam. bu zamana kadar biraz tembellik ettim, ama bundan sonra daha çok çalışıcam, gitar ve vokali en ufak ayrıntısına kadar yutmak istiyorum, bilmek istiyorum. müzik bazen iğrenç hisler uyandırsa da bende, belki de teyzemin dediği gibi "furkan müzikten başka hiçbir şey yapamaz"  ...

ohyes. bu sıkıcı hikaye de bu kadar.

5 Eylül 2011 Pazartesi

birazcık tanrı

var olmadığını bildiğim, beni yanılsamaya uğratan sahte duygu yoğunluğuna kapılmam. ama yeterince iyi biriyle birlikte olunabilir, değer verilebilir. var olmadığını bilmesem de, işlevsiz olduğunu bildiğim herhangi tanrıya taparak vakit kaybetmem. ama kendim için pek baskı yapmayan, naif bir tanrı yaratabilirim. kendimle konuşarak kendimin tanrısı olabilirim. ölüm gerçekten bir son olmasaydı, hayatta kalmak için bu kadar çabalamazdık. kaç yaşında olursa olsun, kafasına silah dayandığında o bildiğini söylemezdi filmdeki adam.o kadar uğraşmazdı piyanist. ben bir spermden sonsuzluk beklemiyorum.ben kendi hastalanabilen vücudumda, ve etten kemikten kandan oluşan bu kendi bedenimde, ölümden sonra bir diriliş beklemiyorum.ben şizofrenik bir inanç taşımıyorum. görmediklerimin durmadan beni yargılayıp, öbür dünya için günah-sevap verileri topladığına inanmıyorum. ben islamdaki sırat gibi, zerdüşçülükteki çinvat gibi, kendim için, sonumun üstün varlıklar tarafından belirleneceği bir köprü yaratmıyorum. şeytanla, tanrıyla işim yok. içgüdüm, tabiat ve biraz evrimleşmiş beyinle bir şeyler halledilebilir, bir şeyler anlaşılabilir, nesnel gerçeklikler bulunabilir. kutsallık, kendi ayakları üzerinde duramayan, duygu yoksunluğu çekenler içindir.  her şey hala cevapsız. kutsal kitaplar, tanrı sorunsalına insanlar tarafından yazılmış bir cevap. ve insanlık, garip olaylara inanmak için kafalarında hep bir aralık bırakmıştır. bazıları arada kalmıştır, bazıları sorgulayıp sıyrılmıştır, bazıları kökten inandırılmıştır. hani "iyiki de türküm, müslüman olduğum için çok şanslıyım" derler ya bazı insanlar, diğer milletler, diğer dinlere mensup insanlar buna hiç üzülmezler. hepsi ayrı ayrı sever kendilerini, kendi gruplarını, kendi inançlarını, kendi tanrılarını.

4 kitap mı gönderdi tanrı? savaşları izlemeyi seven biri mi? sizi gruplara ayırıp bunu izlemeyi seven biri mi, tıpkı doğanın döngüsü için birbirini yiyen hayvanları izlemesi gibi mi? aslında bu işin zor bir mantığı yok. eğer herhangi bir dine mensupsanız, mensup olduğunuz dinin kitabını okuyun.belki bazı ayetlerde duraksayıp, "oha saçmalığa bak" diye bir uyarı gönderir beyniniz. hukuken 18 yaşından küçükler evlenemiyor değil mi? ve ergenliğe bundan 5 sene önce falan giriyoruz. temel içgüdü cinsellik. evlenilecek birini bulana kadar zaten birkaç deneme atışı şart, ve o tanrı buna zina mı diyor? o zaman bilmenizi isterim o tanrı kesinlikle kız babası.

ortaya atılan bu tanrı, sürekli kadını geri plana atmakta. hadisler, papalar vesaire. bunlar da ortaya atılan tanrıya destek çıkartmaları, bir tür dinsel mühimmat. şeriat ülkelerinde kadın sünneti vardır mesela. şeriatçılar sizi, sizler şeriatçıları kuran'ı yanlış anlamakla suçlayıp gidiyorsunuz. ama kuran'a yakın olan aslında şeriattır. bilmem ne kadar yaşanılabilir bir toplum. insanın içine karartı çöker be amınakoduklarım. kadın sünneti dediğimiz olay, klitorisin kesilmesiyle ya da vajinanın dikilerek daraltılmasıyla oluyor. erkek hegomonyasına yönelik yine. böylece birçok kadının cinselliği bitmiş oluyor, ilişkiden sadece erkekler faydalanıyor. aslında buna benzer birçok şeyi örnek gösterebilir ve konu uzar.

eşcinsellik yasak mesela, ne bileyim bu tanrı ara sıra hermafrodit insanlar, hormonal dengesi bozuk insanlar yarattığını bilmiyor mu? ya da psikolojik olarak, yetişme tarzı olarak kendi yarattıklarının öyle bir şeye sürükleneceğini bilmiyor mu? istese her şeyi kontrol edebilen bir varlık; saçmasapan, "bir tanrıya yakışmayan" söylemlerle bunu engellemeye çalışıyor. o kadar komik ki. mucizeleriniz, tanrılarınız..

arada kalmışlar eninde sonunda anlar. inanmışlar inanmaya devam eder. biz de inanmamaya.

 1.5 milyar müslüman var, buna paralel 1.5 milyar farklı islam var. hâla herkesin kafasındaki tanrı farklı. hâla. istediğiniz kadar dine mensup olun. kiminizin tanrısı sizi korkutuyor, kiminizin tanrısı "yasak demiştim de, şimdi içebilirsin içkini bu kadarı yasak değil" diyor kendi kendine, kiminizin tanrısı mutlu ediyor, kiminizin tanrısı tehditkar.. böyle sürer gider tanrılar.. insanî özellikleriyle..

bilinen sıradan hastalık

baş-boğaz-mide karışımı. üç cepheden saldırı. ve tüm vücutta etkili,. kanın içindeki zehri hissediyorsun falan. boğaz kulağa uzanmış, biraz daha şisse seni boğacak sanki orospu çocuğu. beyni hissediyosun bariz.çürümüş elma gibi ve üstelik sinirler hala var. kafayı bi sallasan, beynin içten kafatasına çarpıyor sanki ve iğrenç bi ağrı. içi vıcık vıcık gibi. ne yaratığız be. ne kusursuzluk bu. sorma fena erkeğiz. doğaya karşı direncim kırıkken ibne gibi hissediyorum kendimi. yine de masturbasyon yapacak güç oluyor arada bi. ahaha. tamam vücutta problem olsun sorun değil, ama beyne vuruyor ya. düşüncelerin değişiyor aniden. ruh halin yamuluyor. narsistlik gibi biraz, herkesten nefret ediyor ve her şeye sinirleniyorsun. hem içsel savaştasın, yorgunsun, hem de sinirlenebilecek kadar gücün var. öylesine bir paradoks hastalık. algılar yarrağı yemiş yani. bazen kendine geliyorsun, bazen de beyin iyi kalıyor vücut devam ediyor, ve bazen de şu an olduğu gibi hepsi iflas. neyseki hala yazabiliyorum. yazmış olmak için yazdığımı çok mu belli ettim lan? ben sadece yazmaya alıştırmaya çalışıyorum kendimi. hani dedim şu an çok berbatım hiç halim yok, eğer bu durumda yazabilirsem, normal şartlarda hayli hayli yazarım. sonuç olarak; hastalık, evrenin sana "noldu lan orospu çocuğu yemedi mi fsdkafdjkl" deme şeklidir. iki hafta oldu hala bi ilaç kullanmadım. birazdan kullanmaya başlıcam. saygılar evren abi.

4 Eylül 2011 Pazar

(ciddi olmayan post) bir porno türü olarak: kadın muhabire odaklanmak

küçükken, fazla aklım ermezken, kendi diz kapaklarımı yaladığım yıllar, yastığın anasını siktiğim, divan örtüsünde götümün izinin girdap gibi kaldığı yıllar.. televizyonda iki şey dikkatimi çekerdi. insanların konuşma aralarında "ıııı"laması ve kadın muhabirler. en güzellerinden seçip koymuşlar böyle. haberin videosu çıkıyor, pek haz almıyorum. ama hemen aralardaki bilgilendirme etabında o güzel kadın muhabir çıkıyor, televizyonu falan yalıyorum böyle. anan baban yok mu demeyin olum, onların televizyonla ne işi var. babam beni tevizyonun karşısına koyduktan sonra anneme koymaya giderdi zaten. neyse o zamanlar benim için ATARİ 1 O KADIN MUHABİR 2 yani.

kendi annemin memelerinden sıkılmış olmalıyım ki muhabirin göğüslerine odaklanıp televizyonun içine giriyorum. bir de televizyona yan açılardan falan bakıyorum belki daha fazlasını görürüm diye. fena zorluyordum şartları ha. en azından hatuna dokunmuş olurum kafasıyla televizyonu sökme çalışmalarım olduğu da doğrudur. bazen "şimdi başbakanlığa bağlanıyoruz.." diyip dallamanın birine bağlanıyorlardı, acayip bozuluyordum lan. o kadın benimdi amınakoyim. ben sahiplenmiştim onu. NE İÇGÜDÜYMÜŞ BE.

teyzemle sevişebilmek için dua ettiğim zamanlar aklıma geldi lan. ne sapık elemanım ben ya. kendimden utanmadan bitireyim... azalarak bitireyim.. sakince bitireyim.. hadi klavyeyi bırak art


ama neyseki artık kadın muhabir düşkünlüğüm yok, yani birazcık var, yani nasıl des... hepsini sikiceksin işte.

geniş hacimli küçük çelişki

en nefret ettiğim şeylerden biri ne biliyor musun? insanların, sanki kendilerinde aynı kötü özellikler yokmuş gibi; diğer insanları bu özelliklerinden dolayı yadırgaması. peki daha da nefret ettiğim şey ne biliyor musun? aynısını ben de yapıyorum.

cinsiyetçilik

şimdi nefret edebileceğiniz bir şey yazmak üzereyim, aynı zamanda hak verme olasılığınız olan bir durum. kadın ve erkek farklarını özet geçmek istiyorum, ama ne kadar toparlayıp özet geçilebilir bilemem. dağınık biraz. daha önce duyduklarınızın desteklenmiş hali. ama komple okumak lazım. yoksa eksik bıraktığım bir yeri sonda tamamladığımı görmeden önyargıya kapılır kapatırsınız. önce standart fonksiyonlardan sonra zihinsel seviyelerden bahsedicem zaten. neyse.

eskiden, hatta ben küçükken, ilkokul falan o seviyeler yani. erkeklerle kızlar üstünlük tartışması yaparken, (ki fiziksel olarak nesnel bir gerçeklik olduğundan bunun tartışmasını yapacak kadar aptal değiliz) birbirlerine örnekler sunarlar. erkekler saymaya başlar; peygamberler, liderler, freud, nietzsche, bukowski, schopenhauer, newton, einstein.. diye uzar gider bu. sonra da "bak bunlar erkek!" derler. "hani kızlarda var mı bunlar gibileri?" derler. kızlar ne der? "onları doğuran kim?" .. doğurmak büyük bir yetenekti de, bilmediğimiz harikulade bir şey mi öğretmiş oldunuz? iyi şunu da ekleyelim o zaman, tüm bunların üstüne doğurtturan da biziz. oldu mu bu şimdi? yapma. asıl bahsetmek istediğim şeyler bunlar değil.

dünyada her yıl 500.000 kadın sadece doğumdan dolayı ölüyor. o sürekli bahsettiğiniz mesaj veren evren, burda kadınlara "türünün devamını sağla siktir git" demiş. ölmeyenlerinde istatistiksel olarak erkeklerden neden daha uzun yaşadığını henüz bilmiyorum. iş gücü farkından olabilir.

gelişme çağında büyürken kızların erkeklerden önce olgunlaşmasının nedeni, bana göre erkeklerin sonradan kızlara yetişeceğinden ya da kızları sollayacağından ötürü bi tür denge. ve bu erken olgunlaşma hakkında da schopenhauer ilginç bir şey demiş: "bir şey ne kadar soylu ve mükemmel ise onun olgunluğa erişmesi de o kadar geç ve yavaştır. erkek akli melekesinin ve ruhi kabiliyetlerin olgunluğuna yirmi sekizden önce nadiren ulaşır; kadınlar ise ise on sekiz yaşlarında. fakat kadınların durumunda bu çok zayıf ve dar sınırlar dahilinde gerçekleşir."

ve bu erken olgunlaşma başka türlü şöyle açıklanabilir, üreme kabiliyetini kazanmış dişi bireyin, yavrusunu büyütebilmek adına bir an önce bu yetiyi kazanma gereksinimi. erken olgunlaşmanın bir de bu açısı var yani.

ve şimdi zihinsel açıya geçmek gerekirse, tarihten bu yana bakıldığında kadın fiziksel durumundan dolayı çoğu kesimlerde ikinci planda kalmış ve erkek hegomonyası oluşmuştur. bunun dışına çıkanlarda var (bkz. amazon kadınları, rus çariçeleri vs.) ama yine de dünyaya balta saplamışlıkları çok nadir. yani bilim adına ya da siyaset adına veya felsefe adına yeterince fikir sürememişler ve hala da erkekler kadar süremiyorlar. kadınların doğurgan bir yapıya sahip olmaları, annelik güdüsüne sahip olmaları ve adet olmaları düşünebilme yetilerine kısıtlama getiriyor bana göre. hatta aslında bu bayağı bir nesnel gerçeklik ama napalım olabildiğince hafif anlatmaya çalışıyorum ve yazdığım kızılacak bir şeyse de üstüme almaya çalışıyorum.


bunlar benim kendi gözlemlerimle düşüncelerimin birleşimi. kadınların en önemli silahı erkekleri etki altına alabilmek, yani doğadaki en güçlü yapı olan erkekten anca böyle üste çıkabilirler. hiçbir kadın direkt olarak tarihe kolay kolay etki etmez. her başarılı erkeğin arkasında bir kadın var dediniz tamam da, başarılı kadınlar nerde? ilkokuldaki o tartışma yok mu, gerçekten bilim adamlarını sayası geliyor insanın, senin bu yazıyı okuman bir erkeğin teknolojisi, ve o erkek bir kadının oğlu ve o kadın birinin karısı ve o adam o kadına boşaldı. böyle gidiyor, döngü böyle, ama yapan erkek. kadın sadece üremek için bir araç gibi. sanki zeki kadınlar adet olurken, zeki erkekler kök hücrelerle, atomlarla, devrimlerle uğraşıyordu. bu arada ayrımı yapmayı unutmuşum. zihinsel açıdan normalin üstünde kadın ve erkeklerden bahsediyorum. benim kanım; zeki erkek, zeki kadından daha zekidir. ama içinizden biri zeki erkeği aptallaştırabilir.

aşk, evrimleşmiş bir olay sonuçta. yoksa erkek geninde babalık yapma gibi bir durum yok. darwinist açıdan bakıldığında aşkın amacı, iki karşı cinsi bebeklerini büyütebilmek adına birbirine yakınlaştırmak. işte burdaki yakınlaşmada aptallaşan daha çok erkek olur, çünkü kadının annelik güdüsü bi tür uyarıcı görevi görür o konuda. güven falan mevzuları yani. sonra kadın da kontrol etmeye başlar falan. zaten kadının kontrol edebileceği şey erkektir, çocuktur. erkeğin kontrol edebileceği şeyse dünyadır. kontrolden kastımı anlamış olmanızı umuyorum. tam kelime karışılığını bulamadım da. neyse siktir edin burda bitireyim ben. kısacası zeki erkek, zeki kadından daha zekidir. çünkü yaratılışın zikinden dolayı.





dip-not: eğer bana şu kadın şöyle yaptı diye örnek verecek olursanız, kadının yaptığı işin içinde basit bir mantık vardır. bence siz sadece aşık olun sikişin falan. yapmacık davranmayı da bırakın. doğal olunca seviyorum ben sizi. salak olunca değil. evet dediklerim kısmen doğruydu, bi kısmı yanlıştı. biliyorum.. biliyorum.. önemli değil.ha bir de teknik olarak bende saydığım erkeklerin konumunda değilim henüz. doğrudur.

delirdim. -04.08.2011-

tam şu saatlerde, daha önce hiç hissetmediğim bir karmaşanın içindeyim. berbat gelebilir, iğrenç gelebilir, kuskunç ve sıkıcı gelebilir ama işte sorun orda. size bunların böyle gelmesinde. hepinizin yüzlerinde bir gard görüyorum, hepinizin beyinlerinde hayatta kalma mekanizmasıyla alakalı olmayan gereksiz savunmalar görüyorum ve hepinizin egosunda tatmin edilemez bir yükseklik aynı zamanda nirvanaya ulaşamayacağınız bir alçaklık görüyorum. kendi içimdeki tüm nefretimin birikimini, dünyanın tüm meridyenleriyle paylaşıyor ve onları paralellerle sevgiye boğduktan sonra tekrar son nefretimle ekseni dünyanın ortasına saplıyor, onunla alay edip kahkaha atarak döndürüyorum. NE KADAR İTİCİ DEĞİL Mİ? NE KADAR ERGENCE DEĞİL Mİ? NE KADAR "ÜFF"ÇE DEĞİL Mİ? evet siz siktirin gidin iki dakikalığına. sizin cesedinizin buharının bile ekosisteme faydalı olacağından şüpheliyim. dünyanın üzerinde olduğunuz ve göremediğiniz bu dönüşü görebildiğimi hissediyorum. her şey zihnimde dönüyor, ve evren buna itaat ediyor şu an. sanki bir şeyler bende birikmeye başlıyor gibi. bu zamana kadar gösteremediğim ve yarım yamalak bıraktığım şeylerin ardında sessiz kalan bu potansiyelin, bugün böyle gerçek dışı saçmalıklarla ortaya çıkmasına ben de anlam veremiyorum. ama kafatasıma sığmadığından eminim bu zihnin ve kafatasım olduğu için çok şanssızım. çünkü insan olmak... insan olmak.. hemen bahsedeyim bu yaratıktan.

evet insan çok zeki, gerçekten bazen mutlu ve komik olabiliyor (o kadarı da tanrımızdan eşantiyon). anlatmak istediğim bu değil. insan, birilerine sataşarak, onların sevgilerini ya da nefretlerini kazanarak yaşar, yani sürekli bir etkileşim.. iyi ya da kötü. yalnız olan her şey, yalnızlıktan daha derin çukurlara gömülmüştür. kendisi tarafından. çünkü yalnız. insanlar, birbirlerine akıl verdikten sonra, birbirlerinden aldıkları akıldan %30 civarında hoşlanır ve aşık olur. diğer %70i nedir biliyor musun? çaresizlik. yani senin kendi zorlaman. seçimleriniz, çoğu zaman kendi seçimleriniz değil; sadece seçmek zorunda kaldığınız seçimler. alternatifi olmayan ya da alternatifini bulamadığınız mecburi seçimler. evet, sen tek başına olamayan bir yaratıksın. ben bile yazıyorsam okuman için yazıyorum. aslında şu an o kadar delirdim ki, insandan başka varlıkların okuduğunu düşünebilecek aşamaya geldim. hem de ateist ve realist biri olarak.ama şu an o "biri" kısmını hissedemiyorum. egom buharlaşmışken, dünyadan hazır kopmuşken ve insandışı düşünmeye başlamışken ben konuşayım. okumaya devam edin ve konuşma hakkımı verin artık bana sik salyaları.


önyargıların durmadan bakışlarınızla yansıdığı bu yeryüzünden hoşlanmamaya başladım. kendini bu kadar aldatan bi varlık olamaz. kendini aldatabiliyorsun ulan, başkasını mı aldatmayacaksın? umrunda değilse eğer hiçbir şey, patlamak için birikiyordur. sabit asfaltlar ve güzel tasarımlı arabalar yapıyorsunuz evet ama biz onları parçalıyoruz. o yolun da anasını sikiyoruz. çünkü biz aslında düzensizliğin içinde düzen yaratmaya çalışıyoruz ve bu saçmalık. tamam mı. gerçek tanrıya şirk koşan kutsal kitaplar yazıyorsunuz. işin kötü tarafı bir de bunlara inanıp tam şu anda bana "ne diyor bu orospu çocuğu" diyorsun(uz). işte bu. bu kadar. senin beynin bu kadar. başkaları tarafından yaratılabiliyor o beyin. o kadar da mucizevi değil. bak ben bile geniş bir şeyler yazmaya çalıştım ama olmadı. neden? çünkü bu 29 harf, trilyonlarca beyin hücrem için çok yetersiz. ne yazarsam bi tarafta oluyorum. ne dersem, bir şeyi reddetmiş oluyor ve oluşturduğunuz bi taraftar grubuna giriyorum. hayır bunu istemiyorum. sorun, farklı görüşlere tahammül edememek değil, gerçek olmayan görüşlere tahammül edememek. aptal olsaydım belki de, bu kadar aptallık yapmazdım. kalıplaşmış olan şeylere hiçbir zaman ayak uyduramadım. hiçbir zaman. önyargılı insanlara karşı da önyargılı oldum. aslında onların benim üzerimde yarattığı önyargıyı yargıladım diyelim. gündelik kelimeleri söylemekte ciddi anlamda hep zorlandım. ne yazacağıma ya da ne söyleyeceğime şaşırdığım zamanlar gerçekten çok fazlalar. çünkü yarattığınız bu farklı dünya ve görüşler, genel kurallar, yeterince doğru değil. siz zaten eksik yaratıklarsınız.. nereniz kusursuz amcıklar? bir et parçasınn düşünebiliyor olması mı kusursuz? peki bi et parçasının düşündüğünü sanıyor olmasına ne diyorsunuz?

bana hak verdin son cümlemde. ama bu seni de akıllı yapmaz. çünkü bence en büyük yetenek, insanın kendi aptallıklarının farkına varabilmesidir. onu düzeltebilmesi değil. farkına varabilmesi. bu kadarı yeter yani. anlatmak istediklerimin %1'i bile yazılı değil şurda. ve yazı o kadar düzensiz bir şekilde uzuyor ki engel olamıyorum. keşke aniden hislerimizi ve zihnimizdeki görüntüleri karşımızdakine aktararak anlaşabilseydik.




sanırım boşaldım.

ego eksikliği ve insani saçmalıklar -31.07.2011-

egonuz eksik, tanrının yanınızda olduğuna inanma zorundalığı hissediyorsunuz.

egonuz eksik, birileriyle bütünleşme çabası içerisindesiniz.

egonuz eksik, tanrıdan ziyade mucizevi ve metafiziksel olaylara her zaman şüphe duyabilecek kadar yer bırakıyorsunuz.

egonuz eksik, kısa süreli bir yalnızlığa bile katlanamıyorsunuz.

egonuz eksik, ve bunun farkında olmadığınız için kendi komplekslerinizi "gülerek" bile kapatmayı deneyemeyecek somurtkanlıktasınız.

egonuz eksik, çünkü ulaşılması gereken şeyler için yetersiz hissetmeniz şart.

egonuz eksik, çünkü tanrının da öyleydi. o yüzden burdasınız.

egonuz eksik, eşeğin sikinden dolayı.

neyse.

tarihten bu yana değişmeyen bir şey varsa, o da anormal insanların hala sayıca az olmaları. biz böyle tekerrür etsin istememiştik. anormalden kastım farklılık değil, her insan birbirinden farklıdır zaten. ortak olan sadece içgüdülerdir, ki bu da bedenlere göre seviye farklılığı gösterir. anormalden kastım; çoğu zaman bilinçli aykırılık, sıradışılık.

insanların birbirinden ayrıldığı o kadar çok konu var ki, bunların hepsini tek tek tespit edip primler elde edebilir ya da ergen sayfalarında beğeniler toplayabilirdim. ama uğraşılmayacak kadar çok olduklarından es geçiyorum.


sosyal yaşantıda sistem:

insanlar kendi içgüdülerine ters düşen kurallar koyup, tekrar kuralların içinde kuralsızlık arzuluyorlar. siktiğiniz kendinizden başkası değil. ara sıra karakolluk olduğumda ya da mahkumlara özel nakil aracı gördüğümde düşündüğüm tek şey; hapishaneye tıkayanlar da, hapishaneye tıkananlarla aynı içgüdülere sahip. tek fark, insanın içindeki -krizimsi- şiddeti açığa çıkaracak yaşantının onlara (polis, hakim vs.) denk gelmemesi.


aşk analizi:

ilk görüşte aşk: duygu yoksunluğunun ve hissedilen eksikliğin, cinsel anlamda fazla çekici bi kişide aniden patlamasıdır mesela.

aşk; yanılsama. ama insanın hayatta kalması için gerekli salgıları salgılatan bir şey. üstelik iki karşı cinsin bebeklerini birlikte büyütebilmeleri için sonradan evrimleşmiş bir şey.

geriye ne kaldı?

seks ve bağlılık.

seks, hayvani içgüdü eseri. bağlılıksa aşka duyarsızlaşmış bir alışkanlık.

gördüğün gibi saydıklarımın oluşması için iki şey gerekiyor;
karşı cinse odaklanmak ve onu düşünmek.

eğer bunları düşünemeyecek kadar meşgul olursan, bu konuda daha mantıklı hareket edersin.
hatta düşünen taraf hareket eder, çünkü sen meşgulsun.
neye çok odaklanırsan, görmemeye başladığın gibi odaklandığın şey de kaybolmaya başlar.

her zaman dediğim gibi; sorunu bilmek, sorunu çözebileceğim anlamına gelmiyor. daha sonra başka başlıklarla devam edicem.

bu internet sayfasını ve sizi tüm içtenliğimle yalıyorum sevgili orospu çocukları.